Ocak 2014

islamın geleceği
    " De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz? " (En'âm sûresi, âyet 50)

    Müşrikler, Hazreti Muhammed (sav)'e: " Sen Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen Allah'dan iste de bize dünya nimetlerini bol bol versin, aksi halde sana inanmayız" dediler.  Bunun üzerine bu âyet indi ve Peygamber'in, insanları zenginleştirmek için değil onlara gerçeği tebliğ etmek için gönderildiği ifade edilmiştir.

    Resulullah (sav): " Yarın ne olacağını Allah'tan başka kimse bilmez."  (  İbn Mâce, Nikah 21 ) dediği nakledilmiştir. 

    Kur'an'ı Kerim'in birçok ayetinde insanın " gayb"ı, yani, müşahade ( gözlem)  alanı dışında kalan şeyleri bilemeyeceği, bu bilginin sadece Allah'a ait olduğu ifade edilmiştir. Bu nedenle, bu hususa peygamberler de dahildir. Ancak Allah'ın tebliğcileri olmaları sıfatıyla elçiler için bir istisna getirilmiş ve onların gayb bilgisine ancak yüce Allah'ın izniyle muttali kılınacakları belirtilmiştir. 

    " De ki: Göklerde ve yerde, Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." ( Neml sûresi, âyet 65 ) 

    " Cenab-ı Hak sevgili elçisine geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlatırken " İşte bunlar sana vahy ettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin." ( Hud sûresi, âyet 49 )

    Başka bir ayette, kıyametin ne zaman kopacağını soranlara cevaben, "De ki: O'nun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu vakti geldiğinde ancak o ortaya çıkaracaktır." (A'raf/ 187 ) 

    " Hz. Peygamber, sahabi Osman b. Ma'zun'un vefatında, onun Allah'ın kerem ve inayetine mazhar olduğunu kesin bir dille ifade eden Ümmü'l- Alâ adındaki bir hanım sahabiye uyarıda bulunmuş ve " Allah'a yemin olsn ki ben Allah'ın elçisi olduğum halde bana ne yapılacağını bilmiyorum." demiştir. ( Buharî, Cenâiz, 3 )

    Bu konuda yanlış kanaate sahip olduklarını düşündüğü bazı kimselere karşı bir uyarıda bulunan Hz. Aişe'de, " Allah Rasulü'nün yarın ne olacağını bildiğini iddia eden kimse Allah'a büyük bir iftirada bulunmuş olur, çünkü Allah , " De ki, göklerde ve yerde olan gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." ( Neml.65 )

    Üzülerek ifade edelim ki, İslam ülkelerini hele milletimizi kasıp kavuran bu tür Resulullah (sav)'e yapılmış iftira, abartma türü şeylerden geçilmemektedir. Bilhasa, tarikat çevreleri, akşam-sabah kıyametin koptu kopacak olmasından, Deccal'in çıktığından, güneşin batıdan doğmak üzere bulunduğundan, kurtuluşun, şeyh efendinin himmetinde, duasında, Allah'a aracılık (!) yapmasında olduğundan bahsetmektedirler.

    " Hz. Peygamber'in yaşadığı döneme ait olmayan yüzlerce gaybî haber kaynaklarımıza girmiş bu ve bunları din zanneden samimi müminlerin yanılmasına, istismarı amaçlayan art niyetli insanların elinde hem Allah Rasulü'nün hem de onun tebliğ ettiği İslam Dini'nin yanlış tanınmasına yol açmıştır.

    Sabahtan akşama kadar irat ettiği bir hutbeyle kıyamete kadar olmuş ve olacak herşeyi haber verdiği bildirilen bir peygambere ( Müslim, Fiten, H. No: 25.) İsnad edilen gaybî rivayetlerin hemen tamamının hicri 1. asra ait olması, isnat incelemesinin henüz devreye irmediği bu dönemde Allah Rasulü'nün ne büyük bir istismara maruz kaldığının göstergesidir.

    İslam tarihinin sonraki dönemlerinde ortaya çıkan ve Allah'la sürekli iletişim halinde oldukları için insanların kalplerinden geçeni bile okudukları varsayılan kişilerin, Cenab-ı Hakk'ın, elçilerine bile vermediği bir özelliğe sahip olma iddiasında bulunduklarına dikkat edilmelidir." ( İ. H. Ünal, Diy. Dergisi, sayı 236, sayfa 49 )

    Netice olarak;

    Yukarıda zikredilen örnekleri çoğaltmak mümkündür. Çünkü, Müslümanlar Kur'an'dan koptukça, gelenek güç ve kuvvet bulacaktır. Hikaye, rivayet, işkembeden sıkmalar, menkıbeler her tarafı sarıp sarmalayacaktır.
    Oysa, mes'eleyi, aziz kitabımız Kur'an'a götürmüş olsak, ne peygamberleri tanrılaştırır, ne de onlara güçlerinin dışında iş yaptırmış oluruz.

    Alemi İslam'da, ekseri uydurma, abartma, mev'izeler, menkıbeler, Hz. Ali (ra)'ın şehadetinden sonra, Kerbela vak'asından sonra daha çok zuhur etmiştir. Çeşitli, mezhepler, hariciler, mürcie, mutezile, kaderiyye, cebriyye, Şia'nın değişik kolları bu tür hikayemsi şeylerin çoğalmasına çalışmışlardır.

    Örneğin,  Ebu Hanife'yi 55 defa hacca gönderen zihniyet, ona kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kıldıran garibler, onun muhteşem ve müthiş mücadelesinden bahsetmemektedirler. Niçin ve neden şehadet şerbetini içti, niçin onu mazlumen öldürdüler.. Bunun hesabını kat'iyyen yapamazlar.

   İmamı Şafii 'de öyledir. Maalesef, onun sözlerini, rivayetlerini Kur'an'dan üstün görerek, adeta onun müctehidliğini unutturmuşlardır. Rabbim!.. Vahyi akılla birleştiren kullarından eylesin!.. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda


kuran ve gül
 " Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. ( Gerçi) içlerinde iman edenler var; ( fakat )çoğu yoldan çıkmışlardır." ( Âl-i İmrân sûresi, âyet 110 )

    Ümmeti Muhammed; tüm yeryüzünü ıslah etmek, iyiliğe yöneltmek, eğri-büğrü yolları bitirmek, yok etmek üzere, Allahü Teâlâ tarafından gönderilmiş, ortaya çıkarılmış en hayırlı, bir ümmettir. Ümmeti Muhammed'in işi, öylesine sıradan, basit, küçük bir iş değildir. Onlar evrenseli yakalamak, tüm dünyayı imar etmek, beşeriyeti içerisine düşmüş olduğu kaotik yollardan kurtarmak için var olmuş bir ümmettir. Çünkü;

     " Kur'an'ı Kerim sırf insan için gönderilmiştir; amaç Allah'ı ve O'nun azametini tanıtmak, " bilimsel" bilgi ile imanı kuvvetlendirmek , Allah'tan başkasına kulluk ettirmemek; dünya hayatında sırf Allah'a kul olup gerçek özgürlüğü yaşayan mümine dünya ve ahiret mutluluğunu yaşatmak; sırat-ı Müstakim üzere yaşamanın yollarını göstermek, ilmî, fikrî, ictimâî, iktisadî, ahlâkî, hukukî.. ilkelerinden istifade ettirmektir.

    Okumakta olduğumz yazılı Kur'an'ı , yani kelamullah'ı anlamadan okumak insanı bu maksatlara götüremeyeceği için ayet olma yönünden de Kur'an'ın o insana bir faydası olmayacağı muhakkaktır. Fakat ne yazık ki bu gün Müslümanlar, özellikle milletimizden büyük çoğunluk, Kur'an'ın indirildiği dil olan Arapça'yı bilmedikleri, Türkçe tefsirlerden de istifade etmedikleri için Kur'an'ı anlamadan okumayı yeterli görmektedirler!

    Bu yüzden Kur'an okurken onun ihtiva ettiği manaları bilmiyor ve ruhunu idrak edemiyorlar. Kelamullah'ı, sadece Arap dili ile yazılı olan lafızlarını, onu bize taşıyan zarfını tilavet ediyorlar; maalesef zarfın içini, lafızların ihtiva ettiği  özü, asıl değerli olan kısmı yani okuyana gıda verecek olan muhtevayı okumuyorlar. Tıpkı balı kavanozun dışından yalamak veya cevizin içini  bir tarafa atıp da kabuğunu yemeğe ve onunla beslenmeğe çalışmak gibi.." ( Nüzulunden Günümüze Kur'an ve Müslümanlar, M. Z. Duman, sayfa 12 )

    Maalesef, bizim milletimiz dışında diğer dünya Müslümanlarının Kur'anî tavırlarına, okuyuş, anlayış ve yaşamalarına nazar atfettiğimiz zaman, bizimle onlar arasında büyük uçurumların olduğu, aşılması mümkün olmayan problemlerin bulunduğu bilinmektedir.

    Bunu her zaman müşahade etmemiz mümkündür. Bundan bir yıl kaç önce hac görevindeydim. Ravza-i mutahhara'nın içerisine girerek Osmanlı mimarı tarzı dediğimiz direklerin arasından geçerken, bir anda bir kitleye, yani, beş on kişiye denk geldim. Başlarında, elli, elli beş yaşlarında birisi, tam arapça olmasada güzel bir tefsir dersi yapıyordu.

    Hemen oracığa usulca oturdum ve dinlemeye, istifade etmeye çalıştım. Daha sonra, ünvanını sonradan öğrendiğim Faslı profesörle selamlaştık. Dersi bıraktı, tanıştık, karşılıklı selamlaştıktan sonra, derse devam etti. Bazı yerlerde ayetlerin okunmasında yardımcı oldum ve dersin bitmesini istemiyordum. Sonra, ezan okundu, yatsı namazını kılmak üzere saf tuttuk.

    Yani, bunu niçin anlattım? Gönül istiyordu ki, aziz milletimiz de böyle ehl-i Kur'an olsaydı, alimlerimiz, ilim adamlarımız , mescidlerimizin her köşesinde öbek öbek insanları toplayıp tefsir dersleri, meal dersleri vermiş olsalardı. Bu gün, içerisinde yuvarlanıp gitmekte olduğumuz, anlamsız, içeriksiz, ölü hatırına okunan hatimlerden, Yasin'lerden ümmeti kurtarmış olsaydık.

    Hemen belirtmeliyim ki, Ramazan ayları böyle geçmekte, cuma akşamları böyle geçmekte, bu Kur'an okuyuşlarımız anlamsız, anlamadan okumalarla geçmektedir.  Ümid ederiz ki, bir gün, Başkanlığımız, bu olumsuz, faydasız, yararsız gidişata dur diyecektir!. Maşallah!.. Hocalarımız, dünkü hocalar değildirler. Hepsi de maşallah, zıpkın gibi, yüksek tahsil yapmış, Kur'an'a dilbeste olmuş insanlardır.

    " .. Müslüman Türk milleti, bugün, Hz. Ömer'in (ra) on dört asır öncesinde  korktuğu hale düşmekle kalmamış! Onu endişeye sevk eden durumun daha da ilerisine geçmiş vaziyettedir.

    Hatırlayalım! O, adaletin timsali Hz. Ömer, " Basra'da Kur'an'ı ezberleyenlerin sayısı çoğaldı. Ya Ömer, onlara Beytü'lmal'den maaş bağlasanız! diyen Ebu Musa el- Eşarî'ye: " Onlara maaş bağlarsak, korkarım ki halk, Kur'an'ın, sadece lafzını ezberlemeye yönelir de manasını ihmal ederler, bırak öyle kalsınlar..."  demiş gelecekten endişe etmişti.

    Üzüntü ile söylemek gerekirse, bu gün Türk milleti, Kur'an'ın manasını ihmalden de öte, çok okumalarına rağmen, onu, olur olmaz her yerde kullanmaktadırlar... İşin daha da vahimi , Kur'an indiriliş maksadı doğrultusunda kullanılmıyor, anlaşılmıyor, toplum hayatında etkili değil; tam aksine indiriliş maksadının haricinde, yanlış olarak, bazen de duvarları süslemek için, hastalıklardan, bela ve musibetlerden korunmak, tedavi olmak için kullanılıyor (!) . Halbuki Kur'an'ın tedavi edeceği hastalık, imanla, ahlak ile ilgili kalp hastalıklarıdır, kalbin fiziki  hastalığı değil Allah Teala şöyle buyuruyor:
    " Biz, Kur'an'dan müminlere şifa ve rahmet olarak ayetler indiriyoruz." ( İsra, 82 ) (a. g. e. sayfa 307-308)

    Netice ve sonuç olarak;

    Aziz kitabımız Kur'an'ı Kerim, sanki duvarları süslemek, muska yapılıp suyu içilmek, olmadı yaralar üzerine yazılsın, veya hasta ve ölülere okunmak için, olmadı mezarlıkta okunmak için nazil olmuştur!..

    Kur'an bir fal kitabı değildir, ayrıca birileri para kazansın, okuyarak geçimini temin etsin diyede nazil olmamıştır. Hani, insanın musikiye ihtiyacı bulunmaktadır. Çağıracaksın güzel sesli bir hafızı, tatlı sesiyle okunan Kur'an'dan ,  sanki, musiki ihtiyacını gidermek için nazil olmuştur. Onun içindir ki, toplum hayatımızda rahat ve huzurlu değiliz. Kitlelerin rahat ve rehavete kavuşması için, her şeyden evvel Kur'an'a sarılmak, onu okumak, anlamak ve emirlerini ferdi, ailevi, toplumsal hayatımıza sokmamız zaruri ve acilen gerçekleştirilmesi gereken bir husustur.

    Bir örnek vermek istiyorum: Ramazan ayları geldiği zaman, isim yapmış hafız efendilerin kapılarında hatim siparişi verenlerin sayısı az değildir. Bir değil, üç-beş değil, onlarca hatim okumayı üzerine alıyor, kimini okuyor, kimisini okuyamıyor, ama, Ramazan biterken hatim sahipleri aynı kişiye gelerek okunan hatimlerin ücretlerini usulen, edeple takdim ediyorlar, ölümüz cennete gitti diyerek bir hayli sevinerek, evinin yolunu tutmaktadırlar.

    Rabbimiz!.. Tüm Müslümanlara basiret lütfetsin, Kur'an'ı anlama kolaylığı nasip eylesin!.. Selam ve dua ile..


    Şerafettin Özdemir/ Hollanda

Medine
Resulullah (sav) Bizlere Neyi Emretti ?

    " Allah'ın (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." (Haşr sûresi, âyet 7)

    Maalesef, millet olarak, Kur'an'dan bir kopuş devresi yaşamaktayız. Resulullah (sav)'in en büyük mucizesi olan Kur'an, ülkemizde en çok basımı yapılan kitap olmasına rağmen, en az okunan, en az anlaşılan ve emirleri hiç yaşanmayan bir kitaptır. 


    Tabii, bunun neticesinde, Allah'ın, Resulullah'ın emirleri devreden çıkarılınca, onun yerine derhal geleneksel ve uydurulan dini patentli sözde emirler almaktadır. Örneğin, namaz, oruç, zekat ve hac, sadece kendi muhitlerine hapsediliyor, mescidden dışarı çıktıktan sonra namazın işlevi, etkinliği bitiyor, tutulan oruçlar sosyal hayata müdahale edememektedir. 

     İslam emirlerinden zekat da öyledir, hacda öyledir. Zekat kavramı bilfiil çalışırsa, çalıştırılırsa, takdir edilecektir ki, o memlekette dilencinin, dilenenin, merhamet avcısının izine rastlanmayacaktır. Zekat ve diğer infaklar sebebiyle, eğitim-öğretim düzenli yapılmakta, orda-burda fakirlerin izine rastlanmamış olacaktır. 

    Allah aşkına!.. Kararı siz verin. Sokaklarımız, mahallelerimiz böyle midir? Her yerde can hıraş feryatlar yükselmekte, yetimlerin, öksüzlerin, gariban öğrencilerin iniltileri içimizi acıtmaktadır. Ama, diğer tarafta, güçlerin kavgası, çıkar, menfaat sürtüşmeleri içimizi kanatmaktadır. Zaten, durulacağa da benzememektedir.

      "Peygamber kendiliğinden/hevasından konuşmaz" ayetine yüklenen yanlış anlamdır. Elbette ki peygamber kendiliğinden konuşmaz. Fakat O'nun her konuştuğu vahiy gibi de değildir. Peygamberimizin her konuştuğuna vahiydir demek en hafif ifade ile Kur'an'ı hiç okumamak, onun mesajlarından hiç haberdar olmamak demektir. 

    Bu konu sadece peygamberimiz aleyhine konuşan, kötü propaganda yapan müşriklere verilen cevapla ilgilidir.  Ve bu yalnızca Kur'an ile sınırlı bir durumdur. Yani ayetlerde de anlatıldığı gibi Peygamber kendisine Cebrail tarafından iletilen ayetleri müşriklere anlatıyor, söylüyor. Söyledikleri şeyler kafasından uydurduğu şeyler değildir. 

    Yoksa onun normal yaşamında söylediği her şey kast edilmiyor. Her sözü vahiydir denilmiyor. Üstelikte Yüce Allah Kur'an'da söylediği sözler dışında bir sözün kendi sözü gibi anlatılması karşısında elçisini uyarıyor. Ve tehdit ediyor." İktibas, H. Ertürk )

    " Eğer o ( Muhammed ), Bize karşı, ona (Kur'an'a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık." ( 69/44-46 )

    Hani, şu bizim gelenekçi, tarikatçı zihniyete tüm bunları anlatmış olsak; vallahi, hop oturur, hop kalkarlardı. .. Çünkü, böylesi, Kur'an'dan kopuş anını yaşayan zihniyete göre, peygamberin  her hali vahiy, idrarı şifa, dışkısı bile kıymetlidir. Onlara göre, İsa (s), nasıl göklerde Allah'ın sağ yanında yerini almışsa, Hz. Muhammed (sav)'de ondan daha ötelerde yerini almış durumdadır.

    Onun içindir ki; Dünyanın bütün kitaplarını anlamadan okumak insanı cahillikten kurtarmadığı gibi , Kur'an'ı baştan sonuna kadar bir defa değil, bin defa hatmeden insanda manaya dayalı başka bir kaynaktan da bilgi sahibi olmamışsa, o hatimler de kişiyi cahillikten kurtarmaz.

    Zira Kur'an'ı  anlayarak okumak, Kur'an bilgisini idrakin hizmetinde bir rehber olarak kullanmayı gerektirir. Bunu yapabilen insan ancak Kur'an okuduğunu söyleyebilir!. Yoksa okuduğu üzerine kör ve sağırcasına kapanmış , ondan hiç etkilenmemiş, söylediklerinden hiç bir şey anlamamış dolayısıyla ezbere okuduğu Kur'an'ın öğüt ve nasihatlerini tutmayan, yasaklarını bilmeyen ve düşünmeyenler kendilerini nasıl Kur'an okuyucusu sayabilirler ki! 

    Zira Allah Teala, şu ayetinde Kur'an'ı, ancak anlayarak, ayetleri üzerinde düşünülmesi, söylediği ya da söylemek istediklerini kavrayarak okunması için indirdiğini açıkça söylemiştir:  " Bu, ayetlerini inceden inceye düşünsünler ve akıllılar öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır."  ( Sad, 38/29) ( Beşer olarak Hz. Muhammed, H. M. Bağcı, sayfa 204 )

    Netice olarak;

    Evet, Resulullah (sav) , bizlere neyi emretmişse, yapın demişse, onu yapacağız, veya, bunu yapmayın demişse de onu yapmayacağız. " Rasulullah (sav), Bedir günü esirler konusunda insanlarla ( ashabı ile) istişarede bulunup; Şüphesiz ki Allah _azze ve celle-, onlara karşı size güç ve kuvvet vermiştir, buyurdu. Ömer b. Hattab kalkıp:  Ey Allah'ın elçisi! boyunlarını vur, dedi. Rasûlullah (sav) ondan yüzünü çevirdi. Sonra Rasûlullah (sav) dönüp: Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah, onlara karşı size güç ve kuvvet vermiştir. 

    Onlar, dün ancak sizin kardeşlerinizdi, buyurdu. Ömer kalkıp: Ey Allah'ın elçisi! Boyunlarını vur, dedi. Peygamber (sav), ondan yüzünü çevirdi. Sonra dönüp insanlara aynı sözü söyledi. Ebu Bekir ayağa kalktı ve : Ey Allah'ın elçisi! Uygun görürsen onları affet ve onlardan fidyeyi kabul buyur,dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav)'in yüzündeki üzüntü ve keder belirtileri hemen gitti. Ardından onları affetti ve onlardan fidye aldı. Bunun üzerine Allah -azze ve celle- şu ayetleri indirdi:

    " Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiç bir peygamberin esir alması yerinde değildir. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti istiyor. Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir."

    " Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş ( ve bu konuda lehinize işleyen ) bir hükmü olmasaydı, esirlerin karşılığında aldığınız fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap gelirdi." ( 8/67-68)

    Ayetlerde görüldüğü üzere Yüce Allah Hz. Ömer'in önerisini haklı bulmakta elçisinin bu konuda yanıldığını söylemektedir. Eğer peygamberin Kur'an dışındaki tüm sözleri vahiy olsa idi yani bu yüce Allah O'na söylemiş olsa idi herhalde olay sonrası böylesi bir cevap vermez Peygamberine bu kimseleri esir alması ve fidye karşılığı serbest bırakması yerinde uygun bir davranış değildir, demezdi." ( a. g. dergi. H. Ertürk)

    Rabbimiz! Bizlere, Rasulullah (sav)'i iyi anlamayı, idrak etmeyi lütfetsin. Selam ve da ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda

Kuran ve Kainat
 " Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır ki, böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz." ( Talâk sûresi, âyet 12 )

    Allah korusun!.. İnsanlığı irşad ve tevhide davet için hiç bir peygamber gelmemiş bulunsaydı, insan denilen varlıkların yöneticisi, akılla donanımlı yaratılmış, kendini, tevhidi düşüncenin içerisine atmış olacaktı. , Allah'ü Teâlâ'yı kendi aklıyla  bulabilecekti.

    Örneğin; " İbrahim, babası Âzer'e: Bir takım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti." (En'âm sûresi, âyet 74)
    Bu ayeti kerime hakkında kısaca bilgi verecek olursam, İbrahim (as)'ın kavmi Irak'ta (Urfa civarında) yaşayan Keldânîler idi. Yıldızlara, gök cisimlerine taptıkları gibi putlara taparlardı. İbrahim (as), babasının ve kavminin putlara taptıklarını görünce onları sert bir dille kınadı, putların tapılmaya lâyık olmadıklarını, Allah ile insanlar arasında vasıta olamayacaklarını hatta onlardan hiçbir fayda ve zararın gelemeyeceğini bildirdi. 

    Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk." ( En'âm sûresi, âyet 75 )

    Malum olduğu üzere, melekût, izzet ve hükümranlık demektir. Allahü Teâlâ, İbrahim (as)'a göklerdeki hükümranlığını ve hükümranlığının azametini göstermiştir. Mes'eleyi isterseniz, tefsirden takip edelim:
yerlerdeki onların benzerini yarattı." âyetinde benzerlik, sayıda olabileceği gibi sıfatta da olabilir. Yani: " Allah, arzıda onlara benzer yarattı." yahut: " Allah, onlar gibi yedi arz yarattı." Yahut: " Allah, arzıda onlara benzer yarattı." mânâları mümkündür.

    Fakat Kur'ân-ı Kerim'de Arz, hiç bir yerde çoğul olarak kullanılmadığından, benzerliğin sayıda  değil, sıfatta olduğu anlaşılmaktadır. Kasimî şöyle diyor: " Âyette iki ihtimâl vardır. Birine göre( min) zâiddir; diğerine göre zâid değildir. 

    Birinci ihtimâlde âyet: "Allah, Arzıda yedi gök gibi yarattı" demektir. Buna göre âyet, yerinde her bakımdan öteki gezegenler gibi küre biçiminde olduğunu, Güneşin çevresinde döndüğünü, Güneşten ışık aldığını, Güneş sistemindeki gezegenlerin yasalarına tabi olduğunu ifâde eder. 

    " Eğer (min ) zâid  değilse, âyet: " Allâhüllezî halaga seb'a semâvâtin ve halaga minel ardı mislühünne" takdirinde olur. Soyutlandırma üslubuyla düşünceyi anlatmıştır. Bu tıpkı " Yedi arkadaş edindim. Falan ilede onlar gibi dostluğum vardır" sözü gibidir. Yahut "Ve badıl ardı mislühünne" " Fî müddetihâ ve anâsıraha" "yerin bir kısmıda temel elemanlarında o gezegenler gibidir" takdirinde olur.  

    Kur'ân'da, bazılarının sandığı gibi, Yer'in yedi olduğuna dair en ufak bir delil yoktur. Yer'in de öteki gezegenler gibi bir gezegen olduğu gerçeği, o zamanki Arapların hatırından bile geçmezdi. İşte bu da Kur'ân'ın Hak'tan gelen gerçek olduğunu kanıtlar.

    Kasimî'nin dediği âyet, Yer'in yedi olduğunu değil, yaratılış ve düzeninde öteki gezegenler gibi Güneş'e tâbi bir gezegen olduğunu anlatmaktadır. Ama müfessirlerin çoğu, âyetteki benzerliği sayıda görerek Arzında yedi olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre âyet, kâinatta aynen bu dünya gibi yedi gezegen bulunduğunu ifade eder. 

    Dahhâk gibi bazı müfessirlerde " Yerdende onların benzerini yarattı" cümlesinin, Arzın tabakalarına işaret olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir söze göre yedi arz birbiri üstünde değil, düz ve birbirine komşudur. Bu Arzları, denizler birbirinden ayırır. Buna göre yedi Arz, denizlerle birbirinden ayrılmış Kuzey Amerika, Antartika (Güney Kutbu) gibi kıt'alardır.

    Daha önce işaret ettiğimiz gibi Kur'ân'ın amacı, göklerin sayısını belirtmek değil, yaratanın kudretine dikkâti çekmektir. Bizim kanımıza göre o zamanki insanlar arasında kânitta yedi gök ve yedi arz bulunduğu kanaati vardı. Kur'ân onlara, o yedi göğü ve onlara benzer arzı, taptıkları putların değil, sadece Allâh'ın yarattığını, ancak onları yaratan kudret sahibine tapmak gerektiğini anlatmaktadır. 

    Arapçada sayı, her zaman belli bir rakam belirtmez. Bazan çokluk ifade eder. " Yedi gök ve onların benzeri yer.", Allâh'ın, sadece yedi değil, bir çok gök ve yer yarattığına da işaret olabilir." ( K. Kerim Tefsiri, S. Ateş, C 6, sayfa 2749-2750 )

    " Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü , Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi." ( En'âm sûresi, âyet 76 )

    " Ay'ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yol göstermezse  elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi."  ( En'âm sûresi, âyet 77 )

    " Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim ! Ben sizin ( Allah'a ) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." ( En'âm sûresi, âyet 78 )

    Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri  ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim" ( En'âm sûresi, âyet 79 )

    Netice olarak;

    Hanif kelimesi İslam ve Kur'an literatüründe önemli bir kelimedir. Yani, Hanif, Allah'ı bir bilen, Hakk'a yönelen ve bâtıldan hoşlanmayan anlamını ifade etmektedir. İbrahim (as)'ın bu davranış ve hareketinden maksat, gerçekten Allah'ı anmak mı, yoksa gök cisimlerine tapanları kınamak, onların gittiği yolun bir sapıklık olduğunu göstermek midir? Bu mevzuda tefsirciler ihtilâf etmişlerdir. Ancak ikinci görüş gerçeğe daha yakındır. Çünkü 74 ncü âyette putlara taptıkları için babasını ve kavmini ağır bir dille kınaması Hz. İbrahim' de tevhid inancının mevcut olduğunu göstermektedir.

    Onun içindir ki, günün Müslümanları dünkü Müslümanlar değildir. Mars'ta, hayat var mı yokmu, başka gezegenlerde su durumu nedir, ne değildir? vb. mes'eleler, insanların fikir dünyasını, düşünce algısını bir hayli meşgul etmektedir. Ama, ne hazindir ki, alemi İslam'da, ümmet içerisinde böyle bir gayret, böyle bir sa'y bulunmamaktadır. Oysa,  asırlar öncesinde, İbrahim (as), yıldızlara, aya, güneşe bakarak Allah'ı bulurken, bizler ise, "tüh tüh çarpılırız, Allah bizleri yakar!" (!) saçmalığı ile boğuşmaktayız.

    Rabbim!.. Ümmet ve milletimize aydınlık günler göstersin.. Her türlü taassub ve bağnazlıktan masun ve muhafaza eylesin!. Âmin!.. Selâm ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda


    " Görenek hem yalnız Çinde mi salgın, nerde?

       Hep musab âlem-i İslâm o devasız derde

       " Böyle gördük dedemizden" diye izmihlâli
       Boylayan bir sürü milletlerin olsun hali
       İbret olmazsa bize, her gün okuruz ezberde
       Yoksa bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde?" 

(M. Âkif )

    Aklın çalıştırılması, her şeyin düşünülerek, tefekkür edilerek neticeye varılması, Kur'ânî bir emirdir. Düşünce,düşünme, tefekkür, tedebbür sayesinde, bu aziz milletin bağrından öylesine filozoflar, bilginler, düşünürler, ilmî sahalarda dünyaya meydan okuyan dehalar yetişmiştir ki, onların tamamını rahmetle, dua ile anıyorum. Aklı , Kur'ân'ı, tefekkürü sürekli canlı ve diri tuttuğumuz dönemlerde, dünya milletleri, kapılarımızı aşındırmışlar, üzengi öpmüşlerdir. Örneğin; Farabi, İbni Sina, Razi, Buhari, Müslim, Akşemseddin vb. alimlerin bu gün bile yerleri doldurulamamıştır.

    Onun içindir ki; " Akif'e göre  iman olmadan insanın nüsha-i kübrâ olduğunu düşünüp öylece hükmetmesi mümkün değildir. Bu görüşü desteklemek için inananla inanmayanın durumları Safahat'da zaman zaman karşı karşıya getirilir. Söz gelişi, " Tevhid" şiirinde" Kötülük Problemi" dile getirilirken inancın önemi üzerinde ısrarla durulur. İnsanı kötülük karşısında ümitsizliğe korku ve dehşete sürükleyen şey, inançsızlıktır:

       " İmandır o cevher ki, İlâhî ne büyüktür...
       İmansız olan paslı yürek sinede yüktür!" ( Âkif )


    Yani, iman ve İslam'ın lafdan, sözden ibaret kalmaması, ictimai hayata da yansımadır. Toplum içerisinde, kötülükler, günahlar her gün alabildiğince yaygınlaşıyorsa , ribacılık, rüşvetçilik, kalpazanlık, hırsızlık, iltimas, fuhuş, kıtal, yalan, dedikodu, nemimecilik hergün  alabildiğince hız kesmeden yayılma alanı, ortamı buluyorsa, bu demektir ki, orada Kur'an ahkâmının yaşanmadığı, ismen var olduğu, namazların diğer ibadetlerin gösterişten ibaret olduğunu göstermektedir. 

    " Mü'min, diyor Akif, Allah'a dayanan, sa'ye sarılan ve hikmete ram olan bir insandır. Dikkat çekicidir: Âkif, imanı tarif ve tasvir etmeye çalışırken hemen daima " güven ", " ümit ", " aydınlık", "azim", "sa'y", " mücadele" vs. terimleri kullanır.

    Bu demektir ki, bütünüyle iyimserlik ve faaliyet kokan " Âkif'in dünya görüşünün odak noktasında iman ve hareketlilik vardır. Küfre ve inançsızlığa gelince, Âkif bunu da " ümitsizlik", " boşluk", "manasızlık", " ye's", " atalet", "karanlık" vs. kelimelerle tasvir eder." ( Diy. Dergisi, M. S. Aydın, 1983, sayı 4, sayfa 7-8 )

    Atalet, tembellik, miskinlik, merhamet avcılığı, onun bunun eline bakmak, çalışır durumda iken, çalışmamak, çoluk-çocuğunu sefil ve perişan etmek, Kur'ân Müslümanlığının kabul etmediği negatif unsurlardır.

    Diğer taraftan, tevekküle sığınmak, kaza ve kaderi öne sürmek hiç bir Müslümanın hak ve salahiyeti değildir. Burada bir öz eleştiri kabilinden şunu arzedeyim: Bundan birkaç sene önce idi.. Zonguldak'da yer altı kazası olmuş, insanlar yerin altında kalmışlardı. Bir devlet büyüğümüz, bilerek veya bilmeyerek bu hususta bir söz söyledi. " Onların kaderi böyle imiş!".. Akabinde, yine bir devlet yetkilisi, " güzel öldüler!" sözünü söyleyiverdi.

    Oysa, onların kaderi böyle değildi. O kaderin üstüne üstüne gitmek gerekirdi. Çünkü, böylesi bir sözü kendilerine yakıştırmam, layık görmem mümkün değildir. Çünkü,  Resulullah (sav)'in, muhterem torunları, cennetin reyhanı kabul edilen, Hz. Hüseyin ve diğer yakınları Kerbela'da şehit edildikleri zaman, o zamanın, Emeviyye kodamanları " bunların kaderi böyle imiş(!)" sözünü söylediler.

    İşte, o tarihten bu yana, küçük bir mes'elede hemen suçu, günahı, vebali, sorumluluğu kaderin üstüne atarız. Adamcağız, hasmını öldürmek için çifte silahla gezinir ve yakaladığı yerde öldürür. Bizler, hemen işin kolaycılığına kaçar "bunun kaderi böyle imiş" kolaycılığı  hazır beklemektedir.

    Bir diğer örnekde şudur: Karayollarımız kan revan içerisindedir. Her gün onlarca insanımız trafik canavarına teslim edilmektedir. Halbu ki, batı ülkelerinde, ülkemize göre, trafik daha yoğun,  alabildiğince faaldir. Buna rağmen, trafik kazaları az, ölümler nadiren görülen vak'alardır.

    Tabii ki, tüm bu trafik vahşetine hemen cevap bulma işimiz kolaydır. Ölenlerin kaderi böyledir. Yahu kardeşim, şoför eğitilmemiş, insana saygısı yok, hız limiti nedir bilmiyor, yoldaki trafik işaret ve göstergelerinden bihaber, hatta, çok şoförümüz emniyet kemerini takmasını bile bilmiyor. Hal böyle iken, şimdi, kalkıp ölenlere, sakat kalanlara, "bunların kaderi böyle imiş" zevzekçe sözünü söylersek, bu söze kim inanacaktır?

    İsterseniz, özetde olsa bir başka rezalete parmak basalım: Ateizm ve nihilizm tehlikesidir. Yetişen neslimiz müsbet ve menfi yönlerde bulunduğundan, üniversite gençliği sağ ve sol kulvarlarda hala kavgalı bulunduklarından dolayı, onları kurtaracak, onları tatmin edecek, yani, dinsizlik ve hiççilik karşısında onları tatmin edecek, kalplerini doyuracak bilgiler sunmamız lazımdır.

    Camilerimize nazar ettiğimiz zaman görüyoruz ki, her an, her dem, her zaman cemaatin çoğalması, artması yerine, sürekli fire verilmekte, cemaat sayısı azalmaktadır. Hele bilhassa, yatsı ve sabah namazlarında kaç tane cemaatler camiye gelmektedir? Buradan şu noktaya gelmek istiyorum:

    Gençliği, yetişenlerimizi cemaatlere taşıyacak, saflarını sıklaştıracak bir tek alternatif bulunmaktadır. Kur'ân Müslümanlığı!.. Aksi halde, aklımızı başımıza almazsak, hâlâ atalardan kalma adetler devam etsin dersek, ateizmin, nihilizmin önünü almamız mümkün olmayacaktır.

    Netice olarak;

    " Taklit ve göreneklere körü körüne bağlılık,   biri geçmişimiz, biri de geleceğimizle ilgili olmak üzere iki büyük tehlike doğurmuştur. Taklitçilik yüzünden İslâm'ın arı duru dünya görüşü zamanla kararmıştır. Meselâ Kur'ân, en çok okunan fakat az anlaşılan bir kitap haline gelmiştir.

    Bunun neticesi olarak da bazı şartlar altında yazılmış, başka ihtiyaçlara cevap vermek için kaleme alınmış bir çok dini eser, nerede ise Kur'ân'ın yerini almıştır. Başka bir deyişle " tarihi" olanla " İslâmî" olan birbirine karıştırılmıştır." ( Diy. Dergisi, 1983, sayı 4, S. M. Aydın, sayfa 10 )

    Gerçekten, bu gün ellerde dolaşmakta nice kitaplar vardır ki, irşad etme yerine, nasihat, tebliğ yerine insanların, okumuşların kafasını karıştırmakta, fayda yerine zararlı olmaktadırlar.

    Örneğin; Kara Davut, Envarul Aşıkin, Dürretil Vaizin, Muhammediyye, Seadeti Ebediyye, Tavaslı kitapları vb. Soruyorum: Bu kitaplar topluma ne verebilecektir? Zaten vermemiştir. Onun içindir ki, yetişen neslimizi doyurucu, tatmin edici Tevhidi eserlere, Kur'ânî neşriyatlara ihtiyacımız bulunmaktadır. Söz konusu eserlerin çoğalması içinde, ülkemizde isim yapmış veya yapmamış, medya vaizleri dışında öylesi ilim ve fikir adamlarımız vardır ki, millet olarak, nesil olarak onların kitaplarına acilen ihtiyacımız bulunmaktadır. Rabbimiz!.. Sayılarını çoğaltsın, Kur'anî merhalelerde yol almayı, hedefe koşmayı lütfetsin!.. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir /Hollanda

Akif ve İslam hakkında
Âkif, Allah'a Dayanan, Sa'ye Sarılan Bir Kur'an Eridir.

 " Lâkin bu sefilân-ı beşerden kiminin, var
Kalbinde bir ümid ki encüm gibi parlar
İmandır o cevher ki, İlâhî ne büyüktür...
 İmansız olan paslı yürek sinede yüktür!" ( M. Âkif ) 

    20 nci asırda yaşamış, Âkif gibi, bir iman dolu, şair daha vardır ki, Pakistan devletinin millî şairi allame Muhammed İkbal'dir. Maalesef, Âkif, kendi çapında kalmış, şanı, ünü, büyüklüğü ülke sınırlarını aşamamışken, İkbal, kıt'alar ötesine uzanmış, kıt'aları Kur'an'la aydınlatmaya çalışmış bir hasbidir.

    Her iki şairin, ortak gayesi insanlığı Kur'ân'la buluşturmak, Kur'an'la tanıştırmak, yobazlığı, taassubu, fanatizmi, geleneksel düşünceleri ortadan kaldırmak olmuştur.  Bilhassa, ülke olarak 20 nci asırda öylesi şairler zuhur etmiş, kendini kabul ettirmiştir ki, ama, kendileri küçücük dünyalarında, mezhep, meşrep, klik, fırka, grup ve tarikatlarının bünyesinde seslerini duyuramamışlardır.

    Kur'an'ın evrenselliğini bir türlü kavrayamamış, girmiş oldukları, bağlandıkları tarikat, şeyh, efendi, üstad , ağabey çıkmazında dolaşmış durmuşlardır. Örneğin, Üstad Necip Fazıl, kendi çapında müthiş bir şairdir. Mert, sözleri kılıç gibi, hitabeleri muazzam , ülkemiz insanının yaşlı, genç ,kadın, kız, kızan herkesin bağrına basmış olduğu bir dehadır. Ama, ne hazindir ki, meşrep taassubunu aşamadığı için, alemi İslam'da yetişmiş kendi dışındaki alimlere, bilginlere, şairlere, ehl-i Kur'ana acımasızca saldırmış, onları itham altında bırakmıştır. 

    Örneğin, Hüseyin Hilmi Işık'ın küçük dünyasında kaybolmuş, bir türlü kendisine gelememiştir. Hüseyin Hilmi Işık'ın, " Seadeti Ebediyye" (!) isimli kitabı bir baştan bir başa okunmuş olsun, basit, cüce, İslâmî olmayan, işkembe-i kübradan sıkılmış fikir ve düşünceler müşahade edilecektir.. Ne diyelim, herkes ameli ile haşrolsun!..


    " Denebilir ki dinamik bir ulûhiyet anlayışı konusunda Akif'e en yakın olan Müslüman mütefekkir, Pakistan'ın manevî kurucusu Muhammed İkbal'dir. Her iki şairde Kur'an'a dayanarak dinamik uluhiyet, insan ve cemiyet anlayışı geliştirmeye çalışmışlardır. Bu bakımdan Asrımızın bâriz hususiyeti olan hareketliliği ve Kur'an'ın dinamik ruhunu en iyi bu iki insanda bulmaktayız.

    İslâm'ın nelere kadir olduğunu- dolayısıyle  dinamizmini- görebilmek için, diyor Âkif, bu dinin doğuş ve kuruluş yıllarında neler başardığına bir göz atmak yeterlidir. İslâm'ı anlamak için günümüz Müslümanlarına bakmak bazan yanıltıcı neticeler doğurabilir."  ( Diyanet Dergisi, 1983, sayı 4, sayfa 5, M. S.  Aydın )
    Gerçekten, bu günkü, İslâmî tavrımız, telakkilerimiz, mülahazalarımız bizleri yanıltabilir. Yani, İslâm'ın doğuş ve kuruluş dönemi ile, 21 asrın içerisinde bocalayan insanların arasında büyük büyük sıkıntılar, problemler, çarpık düşünceler var demektir.

    21 nci asrın insanları, din adına, İslâm ve Kur'ân adına bir takım gelenekleri, atalardan görmeleri dini emirler zannederken, Asr-ı Saadet Müslümanları bu günkü tavırları görmüş olsaydı, vallahi, şirke bulaşmış, şirkin içerisinde bocalayan kitleler olarak göreceklerdi bizleri.
    Tabii ki, bu mes'elede, sorumlu, mes'ul durumda olan insanlar din adamlarıdırlar. Hocalar, Kur'ânî emirleri baştan aşağı ters yüz etmişler, dini emir diye iddia ettikleri hususların hiç birisinin, Kur'an'dan onay alması mümkün değildir.

    ".. Âkif'in gözünde İslâm, insanlık tarihi açısından bakıldığında, en büyük bir medenileştirici  güçtür. Bu güç ve hareketlilik  İslâm'ın özünden gelmektedir. Bu özden nasıl ve niçin uzaklaşıldı? Şüphesiz bunun bir değil birçok sebepleri vardır ki onlar arasından başta geleni, dini bir bütün olarak görmemek ve taklit belâsına gömülerek İslâm'ı yanlış anlamaktır.

    Âkif, Kastamonu va'zlarının birinde bu durumu şöyle dile getirir: " Zaten  yeryüzündeki Müslümanların felâketine belli başlı bir sebep varsa, o da İslâmiyetin bir bütün olduğunu hiç hatırlarına getirmemeleridir. Müslümanlığı bir iki farzı- o da yarım yamalak- yerine getirmekten ibaret sanmak, büyük hataların doğmasına sebep olmuştur. Kur'ân namaz kılmayı, oruç tutmayı nasıl emrediyorsa, yardımlaşmayı, çalışıp didinmeyi ayrılık tohumlarını saçmamayı da aynı şekilde ve aynı kuvvetle emrediyor. Bu sonuncular da ayniyle emr-i ilâhîdir." ( a. g. dergi, sayfa 6 )

    Kılmış olduğumuz namazlar, tutmuş olduğumuz oruçlar bizlere hedef göstermelidir. Hem dünyevi hedef belirlemeli, hem de ahiretimizi kurtarmalıdır. Dünyada iyi bir ictimai toplum düzeni, eşitlik, kardeşlik, kalkınmış, tüm dünya milletlerinin  üzerinde refah içerisinde yaşayan bir İslâm kitlesi.
    Günümüz dünyasında, ABD. ve Batı askerleri İslâm ülkelerini, Müslümanların can ve mallarını koruyorsa, sanırım, kılmış olduğumuz namazların, nevafillerin bir değeri olmasa gerektir.

    İşte, Âkif'in, Anadolu'nun işgali sırasındaki ızdırabı, sıkıntısı, stresi bu idi.. Haçlı sürüleri kamyonlarla, tayyarelerle akın akın üstümüze gelirken, Müslüman-Türk insanı kağnı gıcırtılarının arasında, ayakkabısız, fotinsiz, çorapsız, azıksız, nevalesiz bir şekilde toplu toplu canlarını feda ediyorlardı.

    Netice sonuç olarak;

    " İslâm'ın ve Kur'an'ın bir bütün olarak görülmeyişinden yakınma, son yüzyılda yetişmiş Müslüman ıslahatçıların ortak temasıdır. Bu yakınma, şüphe yok ki, haklı temellere dayanmaktadır. Gerçekten de İslâm dünyasında insanımızın övme veya yerme duygu ve faaliyeti, hemen daima belli emirlerin veya yasakların yerine getirilip getirilmemesine inhisar etmiştir.

    Söz gelişi, namazı ihmal ayıplanmış, fakat alın teri dökmekten kaçınma, toplumun topyekün yararını düşünmeme, yalana, iltimas ve rüşvete tevessül içtimâî adalet duygusunun eksikliği yeterince takbih edilmemiştir. Bir çok Müslüman İslâm'a bağlılığı ve dindarlığı dünyadan el etek çekme ile veya nafile namazla ölçmeye yönelmiştir." ( a. g. dergi, sayfa 6 )

    Bir kaç yıl önce tatilde kendi İlçemde bulunmaktaydım. İkindi namazını Ulu camide kıldım, işimin acele olması nedeniyle tesbih çekmeden dışarı çıkmıştım. Tam kapıdan çıkarken, emekli bir öğretmen ile karşılaştım. Aynı kişi, bana şöyle dedi: " Hocam!.. Bunu sizler yapmayınız. Cemaatlere iyi örnek olunuz. Tesbih çekmeden dışarı çıkılır mı?" dedi. Evet, tesbih çekilmeden dışarı çıkılmazdı. (!).. Çünkü tesbih çekmek, farzın üzerinde farz, İslâm'ın olmazsa olmazı durumuna getirilmiştir.

    Rabbim! Tevhidi, Kur'ânî idrak ve anlayış lütfetsin!.. Çarpık-çurpuk düşüncelerden masun ve muhafaza eylesin!..Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda


Yetim Hakkı
   Yemek Yedirilecek 3 Sınıf
 " Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler." ( İnsan sûresi, âyet 8 )
    Âyette geçen " alâ hubbihî "kısmına, " kendi canları çekmesine rağmen" yerine  "Allah sevgisiyle " manası da verilebilir. Gönüller, ayette zikredilen bir toplumun oluşmasını arzu etmektedir. Sokaklarda, dilenciliğin, merhamet avcılığının bulunmadığı, infak edecek, zekat verecek insanların refahı yakaladıkları için, olmadığı bir toplum.

    Örneğin, devlet başkanı Hz. Ömer (ra)'ın fakirliği taa iliklerine kadar yaşadığı bir hengamede, halkının mutlu, asude bir şekilde yaşamaları. Hicretten sonra, Medine'de görmüş olduğumuz tablo böyledir. Herkesin, birbirlerini kardeş ilan etmesi, ırzı ve namusu dışında her şeylerini müşterek kullanmaya başlamaları.

    Oysa, mes'eleyi günümüze taşıdığımız zaman görürüz ki, zenginin ihtirasları kabarmış, fakiri insan yerine koymamakta, fakirler ise, zenginlere karşı hasedi, fesadı, hırsı, fitneyi, fücuru olmazsa olmaz etmiştir. Hani, zekat vermekten kasıt, fitneyi, kıskançlığı, kin tutmayı önlemekti? Nerede kaldı böyle bir mefkure ve düşünce?

    Ayette yemek yedirilecek üç sınıf insan sayılmıştır. Miskin, yetim ve esir. Miskin, geçimini sağlayamayan yoksul, yetim: kendisine bakacak babası ölmüş çocuk, esirde tutsak demektir. Müslüman olsun olmasın bütün yoksullar, yetimler ve esirler ayetin kapsamına girer. Çünkü ayette bunların Müslüman olacağı belirtilmemiştir. Böylece ayette kendini geçindirmekten âciz olaylara yardım edilmesi emredilmektedir.  Aynı emir:
    " Fakat o sarp yokuşu geçemedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu ( kölelik, esaret zincirinden) çözmek, yahut açlık gününde akraba olan yetimi, yahut hiç bir şeyi olmayan yoksulu doyurmak, sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır." (Beled: 11-17) 
ayetlerinde başka bir üslup ile vurgulanmıştır.

    Peygamber (sav) alınan esirleri Müslümanlara dağıtır, herkese götürdüğü esire iyi bakmasını emrederdi. Sahâbîler, kendilerine verilen ve yanlarında iki-üç gün tuttukları esirlere, kendi canlarından daha iyi bakarlardı. Katâde'nin de vurguladığı gibi o gün onların götürüp canlarından iyi baktıkları esirler müşrik idiler. Zaten ayetlerin indiği sırada Müslümanlar arası bir savaş vukubulmadığı için esîr ancak ğayri Müslimlerden olurdu. Müslüman esir, söz konusu değildi.

    Peygamber (sav)'in iyilik sever sahibileri, bu ayetlerin tanımladığı ebrâr ( iyiler ) zümresindendirler. Hz. Ali ve Fatıma'da onların en seçkinlerindendirler. Ama ebrâr, sadece ehli beytten, yahut sahabilerden ibaret değildir. Kıymete kadar. ayetlerin saydığı vasıfları taşıyan mü'minler, ebrar zümresindendir. Allah bizi onlardan kılsın âmin, ya mu'în!" ( K. Kerim Tefsiri, S. Ateş, C 6, sayfa 2924 )

    Geçmiş te, sofralarımız, iftar programlarımız yoksullarla, miskinlerle, fakirlerle dolup  taşar, dinine, inancına bakılmaksızın, köşe-bucak insan aranırdı. Diğer taraftan, bir yemek yedirmekle kalınmaz, onların zahmetinden dolayı, yemek yemekten yoruldukları için ekstra olarak "diş ücreti" ödenirdi. Zekatlar verilir, fidye ve fıtralar usulen ceplere konurdu.

    Oysa, günümüz dünyasında, bu işler tamamen değişmiş, gösteriş, fiyaka, lüks, zengin görünme, koltukların kabarması şekline dönüşmüş durumdadır. Böylesi sofralara fakirler, miskinler kat'iyyen çağrılmaz, onların varlığından utanç duyulur olmuştur.

    Ahiret Nimeti...


    " Mutaffifin sûresi, âyet 22-28'nci ayetlerde kitapları İlliyyinde bulunan, yahut kendilerinin illiyyinde  bulunacakları kararlaştırılmış, yazılmış bulunan iyi insanların erecekleri nimetler tasvir edilmektedir; Onlar cennette nimetler arasında, yumuşak, yüksek döşekler üzerinde oturup çevrelerine bakarlar. Verilen nimetlerden son derece memnun oldukları, yüzlerinden belli olur. Kendilerine ağzı mühürlü şarap destisinden, Tesnîm karıştırılmış, tertemiz, güzel kokulu bir şarap sunulur. Bunun hitâmı misktir. Yâni içildikten sonra ağızda misk kokusu bırakır, yahut üzerine  kapatılan kapak miskten yapılmıştır. Bu şarap, öyle bir iki kadeh içmekle tükenecek gibi değildir. Yüksekten şarıl şarıl akan Tesnîm adlı bir kaynaktanda karıştırılmıştır. İyilerin içeceği bu kaynak tükenmez.


    Cennettekilere ikram edilen nimetler bu çekici ifadelerle tasvîr edilirken:  " İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar." buyuruluyor. Böylece dünyadaki insanlar bu nimetlere imrendiriliyor. Asıl yarışmağa , ardından koşmağa değer, nefis nimetlerin, bu cennet nimetleri olduğu belirtilmiştir. Başka bir ayette de: " Çalışanlar bunun için çalışsınlar."( Saffât: 61 ) buyurulmuştur.

    Kuşkusuz bu tasvirler, insanların kavrayış derecelerine göre söylenmiş terğîb ( imrendirme) ifadeleridir. Cennet nimetlerinin mahiyetini Allah bilir." ( K. Kerim Tefsiri, S. Ateş, C 6, sayfa 2994 )

    Netice ve sonuç olarak;

     İctimai hayatın huzuru için, insanlığın kurtuluşu üzerine yürekler yanmalıdır. Çünkü, bencillik, egoizma, kapris, bir milleti ve bireylerini hiç bir yere taşımamış ve  taşımayacaktır. Nice taam sahibi, nimet sahibi insanlar okuduk ve duyarız ki, namları, şanları, isimleri daima hep rahmetle anılmakta, ruhlarına bol bol dualar edilmektedir.

    Oysa, kendini bir mezbelelik zanneden (!) zavallılar ölümlerinin hemen akabinde unutulmuş, isimleri geçtiği zaman, ikrahla, nefretle anılır olmuşlardır.

    Tarihte, bu şımarıklığın örnekleri çoktur. Karun'lar, Haman'lar, Firavun'lar, Ebrehe'ler, Nemrud'lar ve bunların uzantısı olan imansızlar!..

    " Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret için bulunsalar bile onları kendilerine tercihler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. " ( Haşr sûresi, âyet 9 )

Selam ve dua ile..


kuran ve ahlak
    " Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur." (Nahl sûresi, âyet 99)
    Kur'an iman ve ahlakından maksat, önce kuvvetli inanç sahibi olmak, akabinde, inancın yaşama ve ahlaka yansımasıdır. Kuru kuru Kur'an okumak, gırtlaktan aşağılara inmeyen teğannili okuyuşlar, faydasız, yararsız zaman kaybetmelerden başka bir şey değildir. Onun içindir ki, Kur'an iman ve ahlakı, insanlara hidayet ve yaşam boyu başarı sağlayan esasların mükemmel bir şeklidir.

    İngilizce-Arapça, Arapça-İngilizce lügatlerin müellifi Dr. Steingas şöyle der: " Kur'ân akâid ve ahlakı , insanlara hidayet ve hayatta muvaffakiyet sağlayan esasların mükemmel bir mecellesidir.

    Zaman ve mekân itibarıyla birbirlerinden uzak, fikrî inkişafları bakımından da birbirlerinden çok farklı olan insanlara harikulade bir hassasiyet bahşeden, muhalefeti hayra ve iyiliğe çeviren Kur'ân, nasıl en hayretlere şayan bir kitap olarak kabul edilmeye lâyıksa; beşerin mukadderatıyla uğraşan bilginler için de, üzerinde o derece durulmaya, incelenmeye lâyık ve yararlı bir konudur. " ( resulullah[.]org)

    Yüce Kur'an'ın iman ve ahlakı, tarih içerisinde onu baş tacı edenlere rehber olmuş, ülkeler , milletler ve kıt'alar fethetmişlerdir. Bilhassa, Allah rızasından başka, İlay-ı Kelimetullah'dan başka gayesi bulunmayan bir çok cihan sultanı biliyoruz ki, onları, huduttan hududa götüren, ülke içerisinde mutlu, kutlu bir toplum meydana getiren unsur  Kur'an'ın iman ve ahlakı olmuştur.  Sokaklarda hırsızlığın olmadığı, çapulculuğun, gaspçılığın kat'iyyen bulunmadığı toplumun inşa ve ihyasında Kur'anî emirler ön planda olmuştur.

    Kur'an'ın bir naziri yoktur !


    " İngiltere'nin en tanınmış ve en büyük tarihçilerinden Edward Gibbon " Roma İmparatorluğunun inhitatı ve çöküşü" unvanlı eserinde diyor ki: " Ganj nehriyle Atlas Okyanusu arasındaki memleketler, Kur'an'ı bir kanunu esâsî ve teşriî hayatın ruhu olarak tanımıştı. Kur'an'ın nazarında satvetli bir hükümdarla  zavallı bir fakir arasında fark yoktur.Bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşri vücuda gelmiştir ki, dünyada bir naziri yoktur." (a.g. site)

    Gerçekten, İslam tarihinde öylesi burnunu kaldırmış yarı ilah geçinen zavallılar vardı ki, Kur'an, onların tamamının burunlarını yerlere sürterek, eşitlik, adalet, hakkaniyet, kimsenin kimseden üstün olmaması gibi, düşünceleri hakim kılmıştır.  

    Zaten, Kur'an'ın ruhuna sahip olan kim olursa, olsun, ister zengin, ister ağa, ister bey, isterse gariban bir fakir bulunsun. otomatikmen kendini onun eşşiz emirlerine, imanına teslim etmiş, en güzel hasletin rüku ve sücudda olduğunun farkına varmıştır. Bir atom bilgini olan ve sonradan İslam'ı kabul ederek Nureddin adını alan Steinhorst bakınız ne demektedir:

    " Allah'ı tazim, Hristiyanlıkla berbat bir putperestlik haline getirilmiştir. Bunlar, bir Allah'a tapar görünürler, fakat sadece bir peygamber olmasına rağmen, İsa'ya Allah'ın oğlu diye taparlar.  İsa'nın anası, Allah'ın anası ilan edilmiştir. Son konulan bir kaideye göre, Meryem, Allah'ın anası sıfatıyla bedenî olarak mi'raca çıkmış, Papanın son tesbit ettiği bu kaide, mü'min Katolikleri bile şaşırtmıştır.

    Hristiyan itikadına göre, Allah çocuk meydana getirmektedir. Halbuki İslamiyete göre, ancak fani olan bir varlığa tâbi olanlar çocuk yapmak ihtiyacındadırlar. Allah ise, her varlığın üstünde ve ebedî olduğu için, çocuğa muhtaç değildir." (resulullah.org)

    Bu gün görüyoruz ki, Hristiyan alemi bu inançları, bu itikadları sebebiyle bir çıkmazın, bir keşmekeşin içerisinde  yuvarlanıp gitmektedirler. Yetişen nesiller, % 85'i  aşkın şekilde İsa'yı, Meryem'i, İncil'i ve kiliseyi terketmiş, semtine bile uğramamaktadırlar. Oysa, aziz kitabımız Kur'an'ı anlamadan okusak bile, onun muhteşem emirlerini yaşamasak bile, yine de, toplum katmanlarında herkes onu öğrenmek için, hafızlık yapmak üzere koşuşturmakta, Kur'an Kursları büyüklü, küçüklü insanlarımızla dolup taşmaktadır.

    İnşaallah!.. Gün gelecektir ki, söz konusu kurslarımızda Kur'an öğretim-eğitim metodu değişecek, her insanımız hafızlığını ikmal ederken, birer allame olarak onun anlamını da öğrenecek, millete hizmet için görev alacaktır. Onun içindir ki; " Bütün yaratılmış şeylerin kaynağı ve her şeyin nâzımı Allah'tır. Bu sebeple, O'nun, işine yardım edecek veya ismini devam ettirecek bir çocuğa ihtiyacı yoktur. Bunun için, Hristiyan dininin ve Kilisenin telkin ettiği üçlü Allah fikri abestir.

    Böyle olduğu halde, Hristiyan kilisesi yegâne saadet veren din olduğunu nasıl iddia edebilir? Bu kilise, hangi ahlâkî hakla bir dünya dini olmaya olmaya kalkışıyor? Buna hiç bir hakkı yoktur. Bu dünya bir Allah tarafından yaratılmışsa, milletlerin dinî geleneklerinin bir imanda birleşmesi kat'î ve zaruridir. Dünya, tek bir manevî merkez  etrafında toplanmazsa, Yaratıcının birliğini nasıl kavrayabilir? Bir nehir, birçok ırmaklardan meydana gelir ve onun kuvveti, özelliği bu birleşmede belirir.

    Musa'nın, İsâ'nın ve diğer peygamberlerin getirdikleri vahiyler, insanlığın yaratılış gayesini gerçekleştirecek bir nehrin ırmaklarıdır. Bu gaye, Allah'ın birliğini idrak etmektir. Bu maksadı ancak Kur'ân sağlayabilir. Kur'an'dan başka bir kitap bunu sağlayabilir mi?

    Tevrat bunu sağlayamaz. Çünkü o ancak İsrail tanrısından bahseder. Zerdüst de, İlâhî nuru, ancak İran milletine bahşeder. Veda'lar da bunu yapamaz. Çünkü rişişlere göre, Vedayı dinleyen Hindilerin kulağına kurşun akıtmak gerekir." ( a. g. site )

    Netice olarak;

    " Buda da bir bütünlük göstermez ve yalnız Hindistan'a inhisar eder. İsa'nın dini bu gayeyi temin edebilir mi? Hayır!.. İsa, cihana şâmil bir öğretici değildir. O, havarilerine şöyle demişti: " Puta tapanların yolunda gitmeyin ve Sâmirîlerin şehirlerine girmeyin. Yalnız İsrail'in kaybolmuş koyunlarının arasına katılın."(Matta: 10:56)

    Şu halde, İslâm'ın Peygamber'inden önce hiç kimse bütün beşeriyete şamil bir haber getirmemiştir. Kur'an'dan önce hiçbir kitap bütün insanlığa hitap etmemiştir. " (a. g. site)

    Onun içindir ki, Kur'an'ın  emrettiği iman ve ahlak, inşallah, toplum bünyesinde kökleşirse, herkes ona sarılırsa, evde, iş yerinde, camide, mektepte ve her yerde onun yüce buyrukları istikametinde hareket edilirse, Müslüman milletler kendilerine gelecekler, aramış olduğu huzuru, mutluluğu bulacaklardır.

    Aksi halde, Kur'ansız beyinler, fertler, evler, sokaklar, caddeler rotasını kaybetmiş, gelişi güzel oraya buraya toslayan insanlardır. Rabbim!.. Bu mevzuda şuur ve idrak nasip eylesin! Âmin!.. Selam ve dua ile..



Allah yazısı resimleri
    " Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa,  artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı ( gelmekten ) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır." ( Âl-i İmrân sûresi, âyet 28 )
    Âyeti Kerime'de zikredilen, yasaklanan dostluk, kafirlere karşı gönülden bağlanma ve müminleri bırakıp onlara ilgi ve sevgi gösterme manasındaki dostluktur. Buna karşılık bir Müslüman devletin başka Müslümanların aleyhine olmamak şartıyla, kafirlerle barış imzalaması ve başka bir gayri müslim devlete karşı işbirliği yapması caiz değildir.

    Bir Allah' a iman eden Müslümanlar, elbette ki, diğer inanan kardeşlerini savunacak, onların birlikteliğini, onlarla bir araya gelmeyi ideal haline getirecektir. Çünkü, kalplerdeki iman, bunu emretmekte, bunu gerektirmektedir. Hatta, diye bilirim ki, iman kardeşliği, anne kardeşliğinden daha ileri seviyede olmalıdır. Bazan olur ki, kardeşler arasında bir takım uçurumlar, anlaşmazlıklar, çekişmeler olabilir de, iman kardeşliğinde, dünyevi çekişmenin, cedelleşmenin olması nadir görülen vak'alardır.

    Allah Lafzı


    " Allah lafzı türememiş bir kelimedir denildiği gibi ELEHE den veya VELEHE'den türediğini söyleyenlerde vardır. Türemiş kabul ettiğimizde kendisine ibadet edilecek tek ma'but, yarattığı çiçek, böcek, denizler, yıldızlar, insanlar ve onların hissiyatlarındaki incelik, güzellik ve düzenliliğiyle akılları hayrette bırakan veya üzüntü keder, ruhi bunalımların kendisiyle huzur bulduğu manalarına gelir
ki hepsi doğrudur.

    " Ancak ona ibadet ederiz." ( K. Kerim 1/6)  yarattıklarına bakar bir eksiklik göremez ve yorgun düşeriz. ( K. Kerim 67/4). Dünyanın ruhumuza yüklediği sorunlardan kurtulmak için ona sığınırız ve kalplerimiz onunla sükun bulur." ( K. Kerim 13/28 ) ( İman esasları, M. Toptaş, sayfa 35 )

    Kalplerin imanla dolu olması, yerken, içerken, uyurken, yatarken, kalkarken, yürürken, yaşarken veya hayatın tüm alanlarında imanla yaşamak ne güzel haslet değil midir? Çünkü, imanlı kalplerden toplum rahat eder, insanlık zarar görmez, ailelerde huzur, bireylerin hayatlarında mutluluk vardır.

    Kalbinde imandan eser bulunmayan zavallı bir insan ise, hayatı boyunca mutsuz, bedbaht, kahırlı, stresli ve kendisi ile barışık olmayan insandır. Çünkü, içten gelerek Allah! demek nedir biliyor musunuz? O kişi, kendisini Allah'a teslim etmiş, yaratıcı olarak ancak ona iman etmiş, her şeyi ondan bilmektedir.

    Allahsız Gönüller


    " Gönlünde Allah kelamına yer vermeyenlerin gönlünü de " YIKILMIŞ EVE" benzetmiştir. ( Et-Tıbyan fi adabi hameletil Kur'an Nevevi 26). Yıkılmış harabelerde zararlı otlar biter o otu da uyuz merkepler otlar. O harabeye yılan ve akrepler yerleşir. İşte kötü roman, şiir ve hikayelerle ahlaksızlığı yaymaya çalışan kişilerin haleti ruhiyesi harap gönlündeki zararlı otların dışa diken vermesi veya akrep dilinin zehir akıtmasıdır." ( a. g. e. sayfa 99 ) 

    Müslümanların Mekke dönemindeki halini düşünecek olursak, vallahi, imanları onları yüceltmiş, küfrün, put ve putçuluğun tüm azgınlıklarına rağmen, her yönüyle zayıf, himayesiz Müslümanlar başarıya, zafere koşmuşlardır. Habbab b. Eret, Bilali Habeşi, Zeyd b. Harise, Sümeyye hanım, Ammar b. Yasir vb. kahramanlar imanları sayesinde, direniyorlar, üzerlerine öbek öbek gelen her tehlikeyi ber taraf etmesini biliyorlardı.

    Nefis ve Şeytan


    " Şeytan bile nefsin karşısında el pençe divan durmaktadır. Çünkü ordular harp meydanlarında vuruşur. Ev kapılarının dışında kalır. Nefis ise bizimle beraber çarşıda dolaşır, iş yerinde hain bakışlarla avını arar, camide hep camii dışını hayal eder, yatak da binlerce soygunu tezgahlar." ( a. g. e. sayfa 103)
    Gerçekten, şu azın nefsin elinden insanoğlu neler çekmektedir. Geceleri viran ve kabus, gündüzleri felaketlerden bir felaket hayatı yaşanmaktadır. Ne kadar kötülük varsa, günahı kebair mevcutsa, azgın nefsin gözüne öylesine cici, şirin, tatlı gözükmektedir ki, her an işlemeye, tatbik etmeye müheyya bir durumdadır.

    Azgın Nefis


    " Nefis, daima hayvanî hislerin tatminini ister, mide ve tenasül cihazının arzularına uyar. İç güdüsüyle hareket eden hayvan durumuna düşerek, helal, haram demeden ne bulursa yer. Vücuduna zararlı olup olmadığını düşünmez. Ancak hayvan iç güdüsüyle bedenine zararlı olanını yemez, içmez. Nefsine uyan insan ise, bedenine zararlı olduğunu bile bile yer, içer.

    Nefsinin kölesi olan şahıs, çok akıllı, zeki de olsa, akıllı, zeki sayılmaz. Çünkü aklın gösterdiği yolda gidilmezse o akıl  neye yarar? İşte bunun içindir ki, Allah Rasulü şöyle buyurdu: " Zeki, ( akıllı ) o kimsedir ki nefsine hakim olan, ölümünden sonrası için amel edendir." ( Maddeden Gönüllere, İ. Toksarı, sayfa 143 )

    Netice sonuç olarak;

    Mümin kişi, daima nefsini, arzlarını, isteklerini, heva hevesini, kaprislerini  sigaya çeken, sorgulayan, onu terbiye etmeye çalışan insandır.

    Nefsin terbiyesi de ancak, kalplerde Allah korkusu, Allah lafzı dop dol olursa mümkün olacaktır. Aksi takdirde, başı boş bırakılmış azgın bir nefis, gemsiz bir at gibi, bir o yana, bir bu yana saldıran, koşuşturan demektir.

    Tabii ki, nefsin terbiye edilmesi de, ancak Kur'an eğitimi, öğretimi, anlaşılması ve yaşanması ile mümkün olacaktır. İçkinin kucağına düşmüş bir insan, siz zannediyor musunuz ki,, kamil şekilde ehl-i Kur'an idi.. Kur'an'a dilbeste, bihakkın onun emirlerini hayatında yaşıyordu.

    Hayır hayır!.. Tüm cehaletlerin temelinde İnanmamışlık, İslam'ı bilmezlik, Kur'an'dan habersiz yaşama var demektir. Kan ve kıtal döken bir insan, nasıl olur da, diğer insanların canını yakar, onu katletmeye çalışır, hem kendi hayatını, hem de katlettiği diğer insanın hayatın karartır?

    Fuhuş bataklığına düşmüş bir insanda öyledir!.. Başkasının ırz ve namusuna saygılı olmayan kişi, kendi ırz ve namusuna da saygısız demektir. Rabbim! Bizleri, nefsimizin şerrinden, belasından masun ve muhafaza  eylesin. İman ve Kur'an yolundan ayırmasın!.. Selam ve dua ile..

    Şerafettin Özdemir/ Hollanda


Değerli  İslam Ahengi okuyucuları. Sitemizde yayınlanan veya yayınlanmayan, aklınızdaki herhangi bir soruyu, site hakkındaki görüşlerinizi yada sitemiz ile ilgili belirtmek istediklerinizi alttaki yorum kısmına bırakabilirsiniz.



NOT:  Ziyaretçi Olarak Yorum Yapmak İstiyorum seçeneğini tıklayarak üyeliksiz yorum yazabilirsiniz.

İslam ve Ulu Hakan Abdülhamid Han
       Tarihler ismini andığı zaman
       Sana hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasî padişahına.

Padişah hem zalim, hem deli dedik
İhtilale kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz "beli" dedik
Çalıştık fitnenin intibahına.

Divane sen değil, meğer bizmişiz
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz
Tükürdük atalar kıblegâhına." (Rıza Tevfik )

    400 çadırdan müteşekkil Ertuğrul gazi yönetimindeki Türkmenlerden oluşan kos koca bir cihan imparatorluğunun meydana gelmesi!.. İyisiyle, kötüsüyle, günahlısı ile, günahsızı ile 36 tane gelmiş geçmiş padişah.. Ama, hiç birinde millete, vatana, ihanet sezilmemiş, görülmemiş , tamamı Taptuk Emre'lerin, Yunus'ların diyarlarında, Hünkar Hacı Bektaş'ın  İl'inde, Mevlana'nın yurdunda, geceler ölümden bir haber, gündüzler dirimden bir haber iken, dünyanın kendilerine az geldiği  kos koca bir devlet meydana getirmek!..

    İşte, söz konusu 36 kahramandan bir tanesi de, talihsiz, kadersiz, veya şanssız Ulu Hakan Abdül Hamid Han'dır. Hani, şu ekmeğimizi yemiş, zillet ve mezelletten kurtulmuş bir kitle vardır ki, Yahudi cemaati!.. Diğeri ise, " Teba-i Sadıka" denilen zavallı, aldatılmış, oyuna gelmiş  " Büyük Ermenistan" hülyası ile yatmış-kalkmış Ermeniler.. İşte, bu kalleş, hain, nankör kesimlere göre, Abdülhamid Han " Kızıl Sultan"dır..
     Maalesef, bizim içimizden de, kendini Batı'ya, Yahudi cemaatine, Ermeni nankörlerine kaptırıp, Ulu Hakan'a hakaret edenler, küfredenler, sövenler, sayanlar az değildir. Otuz üç yıllık padişahlık döneminde, daima devletin ve milletin âli menfaatlerini görmüş, gözetmiş ve düşünmüş bir değer, üzülerek ifade edelim ki, otuz üç yılın sonunda, sahipsiz , desteksiz kalmış, üç kuruşluk maskaraların elinde makam ve mansıbından olmuştur.

Nereden çıktı bu " Kızıl Sultan"?


    " İniliz The Guardian Gazetesi yazarlarından Timothy Garton Ash, Osmanlı Devleti'nin çöküşünden sonra Ortadoğu'nun fitili ateşlenmiş bir barut fıçısına dönüştüğünü ve sürekli ne savaşla ne de barışla çözümlenemeyecek kadar girift sorunlar ürettiğini belirtip, " Bazen Osmanlı'yı yeniden canlandırmak gerektiğini düşünüyorum" diye yazdı. Bunun üzerine bizim geçmişine kör, Batı'ya göbekten bağlı medyamız, Sultan ikinci Abdülhamid'den belki ilk kez sitayişle söz etmek zorunda kaldı.

    Sürekli olarak " ifrat" ve "tefrit" arasında tüketilen Sultan Abdülhamid Han, böylece savaş gündemine de girmiş oldu. Zaten gerek Filistin'de, gerekse Irak'ta " şok ve dehşet operasyonu"na sahne olan toprakların büyük bir bölümü Padişah'ın tapulu malıdır.  Sonradan hazineye devredilmiştir.

    Anlaşılan, bize öğretilenin aksine, Sultan Abdülhamid, son derece ileri görüşlü, başarılı ve vatansever bir padişahmış. Ki, tarih boyunca her türlü çıkar çatışmasının odağını teşkil eden Ortadoğu'yu tam otuz üç sene sulh ve sükûn içinde yönetme becerisini göstermiş.

    İşte bu yüzden, Filistin üstüne dinî, milli ve ekonomik ütopyaları olan Yahudilerle " Büyük Ermenistan" rüyası gören Ermeniler ve onlara yandaş olan Batılı devletlerin hışmına uğradı: Ona " Kızıl Sultan" dediler. ( Sultan II. Abdülhamid, isabetli öngörüleri sayesinde aldığı tedbirlerle Ermeni ve Yahudi emellerini etkisizleştirince, Ermeni asıllı Fransız tarihçisi Albert Vandal, Ermeni isyanlarını ustaca bastırmayı bilen Padişah'a " kan dökücü " anlamına gelen, " Le Sultan Roue" ( Kızıl Sultan) demiş, bizdeki Abdülhamid düşmanları da bunu havada kapmıştır.

    Halbuki tarihe "dost" ya da " düşman" kimliğiyle değil, gerçeği arama amacıyla  gidilir." ( Moral Dergisi, Şubat 2008, Y. Bahadıroğlu, sayfa 29 )

    Ben, mes'eleyi başka yöne  taşımak istiyorum: Bu gün Irak topraklarında huzur yoktur. Suriye ülkesi ve insanları can hıraş feryatlarla birbirlerini boğazlamakta, Filistin, Gazze ve Kudüs mağdur ve mahrumiyeti oynamaktadır.. Sahipsizlik, bir yardım eli, bir kahramanın çıkıp da " Ne yapıyor sunuz?" demesi de mümkün değildir.

    Çünkü, 33 sene bu topraklara hakim olup hükmetmiş Ulu Hakan Abdülhamid Han, Musul'un, Kerkük'ün asıl sahibi insandır. Kerkük petrollerinden şu an bile % 25lik petrol hakkımız bulunmaktadır.  Ama, asıl mülk sahipleri bertaraf edilmiş, Ulu Hakan, Siyonistlerin, Ermenilerin ve batı hayranlarının kurmuş olduğu kumpas sonucu tapusu, mülkiyeti, idaresi, sahibi bizler olan bu topraklar, başkalarının, emperyallerin eline geçmiştir.

   Ama, şurası kat'iyyen unutulmamalıdır ki, bu topraklarda meskun bulunan insanların dedeleri, babaları, Ulu Hakan'ın bedduasına maruz kalmıştır. Bu beddua sonucunda da, bu topraklarda, rahatlık, huzur, güzel günlerin gelmesi mümkün gözükmemektedir. Döğüş, kavga, kıtal, toplu intiharlar, Sünni-Şia kavgaları diz boyu olmuş durumdadır.

    Dr. Theodor Herzl'in herzeleri:
    " İşin bir de " Yahudi Cephesi " var... Macar asıllı Yahudi yazar Dr. Theodor Herzl, ideolojisi " Siyonizm" olan, ırkçı bir Yahudi devlet kurmak istiyordu. Bu amaçla Yahudi zenginlerinden para toplayarak ilk " Milli Yahudi Bankası"nı kurdu. Banka yeteri kadar zenginleşince de, bir heyet oluşturup Sultan İkinci Abdülhamid'i ziyaret etti. Filistin'i Yahudilere vermesi halinde Osmanlı Devleti'nin tüm dış borçlarının kendileri tarafından ödeneceğini söyledi. Sultan Abdülhamid öfkeyle ayağa fırladı ve şöyle kükredi:
    " Dünyanın bütün altınlarını verseniz, memleketimin bir karış toprağını satmam!" ( a.g.dergi, sayfa 28)
     Ermenilere " kültürel özerklik" isteyenler, Flistin'de Yahudilere toprak koparmak için kıvıranlar, el ele, gönül gönüle verip, hep bir ağız dan koru halinde " Kızıl Sultan!" narası"nı dillendirmeye başladılar.

    Netice olarak!..

    Aslında, bir tepe insan olan, hem de Everest tepesi!.. Bu topraklar için kefensiz, toprağa düşmüş mezarsızların yurdunu, kan akıttığı memleketleri haydutlara, kan içen vampirlere veremezdi, vermedi.

    Ne acı ki, Emanuel Karasu denilen cıfıt, rezil ve soysuz insan, Abdülhamid'in tahttan indirildiğini duyurmaya gelen heyetin içinde bulunuyordu. Emanuel Karasu'yu fark eden Ulu Hakan'ın, benzi sarardı, morali bozuldu ve dedi ki:

    " Hepsini anladık da, bu herifin aranızda ne işi var, bunu anlayamadık?" sözü, halen kulaklarımızda çınlamakta, Ulu Hakan'ı anlayamayan, onu müstebit zanneden gafiller, onun hal'in den sonra, mes'eleyi çakmışlar, işin, hilenin, oyunun farkına varmışlar ama, ne çare!..

    Ülkemiz içerisinde, Büyük Ermenistan hülyası ile  yatıp kalkanlar ayaklanmışlar, Siyonistler kendilerine kesinlikle verilmeyen topraklara konmuşlardır.

    Son söz olarak; Ulu Hakan'ın makamının cennet, yerinin, yurdunun da Peygamber'in yanı olmasını niyaz ederim. Makamı cennet olsun!.. Âmin!.. Selam ve dua ile..
    Şerafettin Özdemir/ Hollanda


Hz. Ömer Resim
    Kur'an Perspektifinden Hazreti Ömer (R.A.)
    " Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir." Enfâl sûresi, âyet 66 )
    Hakikaten, ilk zamanlarda Müslümanların sayısı azdı, bir kişi on kişiye karşı savaşmak mecburiyetinde idi. Sayıları çoğalınca Allahü Teâlâ yüklerini hafifletti, bir Müslüman iki kafire karşı savaşması emrolundu ve sabır gösterdikleri takdirde galibiyetin kendileri için olacağı ifade edildi.

    Bedir harbinde Müslümanlar 70 kafiri esir almışlardı. Resûlullah (sav) bu esirler hakkında ne gibi bir işlem yapılacağına dair arkadaşları ile görüştü. Neticede fidye alınarak serbest bırakılmalarına karar verildi. Bu olay üzerine, aşağıda zikredeceğimz ayeti kerime nazil oldu.

    " Yeryüzünde ağır basıncaya ( küfrün belini kırıncaya ) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah ( sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir." ( Enfâl sûresi, âyet 67 )
    Savaş yapmanın ana hedefi zafer kazanmaktır. Fidye karşılığı geri vermek maksadıyla düşman askerlerini esir almaya çalışmak kazanılan zaferi olumsuz yönde etkileyecekse bununla iştiğal etmemek gerekir.

    Dün, bu gün ve yarınlarda, insanlığın hiç bir zaman unutamayacağı Hz. Ömer (ra), Bedir harbinden sonra esirler konusunda en etkili olmuş bir bahtiyardır.  İster, esirler konusunda olsun, isterse, içki belası mevzuunda olsun, Hz. Ömer (ra), sürekli ön planda, ilk sıralarda yer almış bir dehadır.

    Onun içindir ki, kendi döneminde İslam, kıt'a kıt'a yürümüş, İslam askerleri yerinde duramamış, Halid b. Velid, Sa' b. Vakkas vb. kahramanlar onun devrinde cihanı İslamlaştırmak için yer yüzüne dağılmışlardır.

    Kur'an ve Hz. Ömer (ra)!..


    " Bu gün Müslümanlar içinde Kur'an okuyan her fert bunu Hz. Ömer'e borçludur. Hz. Ömer'in bu çabası Kur'an cem edildikten sonra da devam etmiştir. Onun Kur'an'la karıştırılacağı endişesiyle hadis toplamaya izin vermemesi buna örnek olarak verilebilir.

    Sonuç olarak elimizdeki Kur'an, sahabenin gayretleri ile toplanmış ve korunarak günümüze ulaştırılmıştır. Bu yapılırken, İncil'in oluşumunda havarilerin katkı ve eklemeleri olduğu gibi, sahabenin bir ilavesi ve yorumu söz konusu olmamıştır. Sadece eksik bırakılan ve sonradan fark edilen bir takım ayetlerin Hz. Osman dönemindeki çoğaltma sırasında ilave edildiği söylenebilir. " ( Hz. Ebu Bekir, M. Azimli, sayfa 144-145 )

    Hz. Ömer (ra)'ın adli alanlardaki çalışmaları, nüfus kayıtları, tüm devlet işlerinin sistemleştirilmesi , onun zamanında başarılmış, günümüzde bile " Hz. Ömer'in adaleti" ismiyle maruf ve meşhur olmuştur. Devrindeki tüm şehirlerde, onun ismi geçtiği zaman , kadın, kız, kızan, yaşlı genç herkes tedbirli davrandığı gibi, yabani alanlarda yaşayan başka mahluklar, yırtıcı hayvanlar bile, onun isminden etkilenmiştir. Onun içindir ki, iman şairimiz Akif'in " Dicle kenarında , bir kurt bir kuzuyu kapsa" diye başlayan şiiri meşhurdur.
    Hz. Ömer ve hızlı fütuhatlar!..

    ".. Müslümanların fetihleri sırasında, çok yoğun bir katliam ve gasp olmamasına rağmen, Hz. Ömer çok hızlı bir şekilde ilerleyen fetih anlayışının insan fıtratına uymayacağı, fethedilen kimi bölge halkları açısından  kabullenilemeyeceği endişesiyle fetihlere ara vermek bile istemişti.

    İlk dönem İslam tarihinin en yoğun fütuhatının yapıldığı dönemde, Hz. Ömer hedefsiz, bilinçsiz, insana yönelik  olmayan,  cihat özelliğini yitirmiş, daha çok toprak gasp etmeye benzeyen bir fütuhat yapmalarını istemiyordu. O, ordularının fütuhat konusunda hızlı hareket etmemelerini istiyordu.

    İran bölgesi komutanlarından Ahnef b. Kays, hızlı devam etmesi gereken fethe engel olduğu için Hz. Ömer'le tartışıyordu. İkinci halife, İran bölesindeki savaşların sürekliliğinden rahatsızlandığını, " Bizimle onlar arasında bir set olsaydı, ne biz onlara ne onlar bize ulaşsaydık." sözleriyle ortaya koyuyordu.
    Hz. Ömer, seferler İslam'ı ulaştırmanın ötesinde artık askeri bir nitelik almaya başladığı için, muhtemelen savaşı arzulamama politikasını ortaya koymuştu. Mısır'ın fethi için hareket eden Amr b. As'a, Mısır'a girmemesini tavsiye ettiği aktarılır. " ( a. g. e . sayfa 152-153 )

    Hz. Ömer'in o şiddet, hiddet dolu görüntüsü altında öylesine bir yürek vardı ki, şefkat, merhamet, acıma, hissiyat onun için vaz geçilmez unsurlardı. Ama, hakkın çiğnenmemesi, Kur'ânî emirlerde pörsüme, gevşeme, tembellik mevzubahis olduğu zaman,, onun imanı, Müslümanlığı ve inanmışlığı galeyana gelir, şirkin, riyanın, münafıklığın üzerine acımasızca giderdi.

    " .. Hz. Ömer, kanaatimizce diğer toplumların bir anda, İslam'ı iyice tanımadan, İslam'ı uygulamaları bilmeden, görmeden topraklarının ele geçirilip- her ne kadar Müslümanların dünyaca  meşhur engin hoş görüsü olsa da- toplumlarında Müslüman fatihlerin arkasından ikinci bir sınıf insan durumuna düşürülmesinin, ileriki yıllarda çok büyük sorunlar meydana getireceğini düşünüyordu.

    Bu sebeplerden dolayı kendisini dinlemeksizin fütuhata yeltenen komtanlarına ceza veriyordu. O, hiç kimsenin keyfî olarak başkalarını öldüremeyeceği , İslâm'ı kendi emelleri için kullanamayacağı düşüncesindeydi. Bu yüzden halifeye danışmadan kafasına göre icraatlar yapan Halid b. Velid'in görevden alınması için Ebû Bekir'e baskı yapmış, dinletemeyince kendisi halife olunca- birazda bu düşüncesinin bir sonuç olan bir icraat olarak- Halid'i görevden almıştı.

    Kendisinin savaşçılığını ispatlamak adına başına buyruk İran bölgesinde fetihlere kalkışan Ala b. Hadrami'yi cezalandırmıştı." ( a. g. e. )

    Netice ve sonuç olarak;

    İslam tarihçilerinin yanı sıra, tüm dünya tarihçilerinin, Hz. Ömer (ra)'ı tam layıkıyla, araştırdığına, incelediğine, tüm yönleriyle, şahsiyeti ile, şefkati ile, öfkesi, ile, hiddeti ile, merhameti ile, adaleti ile, " Faruk" oluşuyla ilgili mevzuların kamil şekilde  insanlığın hizmetine sunduklarını tahmin etmemekteyim.

    İsterseniz, gelmiş geçmiş tüm dünya liderlerinin, diktatörlerinin, despotlarının, krallarının , hakanlarının, imparatorlarının hayatlarının inceleyiniz, araştırınız, tetkik ediniz. Vallahi, Hz. Ömer (ra) yanında, solda sıfır kalacak onun dehasına yetişmesi, boy ölçüşmesi mümkün olmayacaktır.

    " Hz. Peygamber'in vefatından ( 11/632) yaklaşık yirmi yıl sonra Araplar Arabistan, Suriye, Mısır, Irak ve İran'ın tamamını fethetmişlerdi.  Bu fütuhat öncesi birisi çıkıp bu kadar kısa sürede bu fetihlerin yapılacağını söyleseydi, o dönemdi bu kişiye mutlaka " deli" derlerdi.

    Çok fazla şehit verilmeden, kısa sürede bu kadar geniş toprakların fethedilmesi, eski ve yeni tarihçilerin dikkatini, Raşit halifelerin fütuhat tarihini daha dikkatli bir şekilde incelemeye, sebeplerini araştırmaya yöneltmiştir." ( a.g. e. sayfa 149)

    Rabbim!.. Bizleri, o büyük insana cennette komşu eylesin!.. Bunalan çağımızı, perişan insanlığı yeniden kurtaracak Ömer'ler lütfetsin!.. Âmin.. Selam ve dua ile..
    Şerafettin Özdemir/ Hollanda


Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *