Hira Cave
" Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. (Alak sûresi, âyet 1, 2)

" Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir." (Alak sûresi, âyetler 3, 4, 5)

 Bilindiği üzere, Alak, insanın yaratılış safhalarından olan aşılanmış yumurtayı ifade eder. Bu sûreye " İkrâ sûresi" de denir. Mekke'de nazil olmuştur. 19 âyettir. İlk beş âyeti , Kur'ân'ın ilk inen âyetlerdir. Onun içindir ki, bu sûrede okumanın, öğrenmenin, tahsil yapmanın fazileti, üstünlüğü insanın yaratılışı , kalemin kıymet, değer ve özelliği, bunların insana Allah'ın bir ihsanı olduğu, insanın bunları tefekkür etmesi, düşünmesi, Rabbine itaat etmesi gerektiği, aksi halde azaba duçar olacağı anlatılır.
 Resulullah (sav) tıpkı atası İbrahim (as) gibi düşünüyordu. Hemde Cebeli Hira'da düşünüyordu. Bu düşünme, bir bakıma normal düşünme dışında bir acı çekme, kasık sancıları çekme durumu idi. Resulullah (sav) neyin sıkıntısını, neyin acısını çekiyordu? Çünkü, Mekke insanı kan ağlıyordu. Kâbe'nin içerisinde alenen fuhuş sergileniyor, çıplak tavaflar yapılıyor, köşe başlarını Lat, Menat, Hübel ve Uzza putları tutmuş, beşerin iliğini, vicdanını kemiriyordu. 

  Irz, namus, iffet, haya, utanma payimal olmuş, kadınların insaniliği, kadın oluşları dumura uğratılmıştı. Mekke sokakları çirkinliklerle dolu, bazı evlerde bayraklar asılmış, babasız, nesebi ğayri sahih çocuklar etrafta cirit atmaktaydı. Resulullah (sav) Hira'da acı çekiyordu. Ümmetinin, insanın, viraneye dönmüş hanelerin acısını çekiyordu. Göğe yöneliyor, Güneş'e, Ay'a, Yıldızlara bakıyor, kainatın yaratıcısını düşünüyor, tefekkür ve tezekkür ediyordu. 

  Resulullah (sav): " Allah'tan hiç bir zaman umudunu kesmemiş, Hira'da çektiği acıları, var oluş sancılarını yüreğinde hisseden, Fazlurrrahman'ın dediği gibi Hz. Peygamber Hira'da acılar çekiyor, var oluş sancıları içinde kıvranıyordu. 

  Allah bu acıya karşılık vahyini gönderdi. Aynı acılar ve sancılar yaşandıkça yüce Allah bunu karşılıksız bırakmayacak, Peygamber göndermek şeklinde olmasa bile âyette geçtiği ibi " nûr'unu" tamamlayacak, vaadi tahakkuk edecektir. Çünkü O'nun vaadi haktır, sünneti değişmezdir." (İs.Yenilikçileri, c1, s 10, R. İ. Eliaçık) Ama, ne hazindir ki, İslam ve Müslümanlar bu gün istenilen konumda, arzu edilen yerde değildirler. Bir inkılap insanı, bir devrim kahramanı Resulullah (sav)'in Hira'da çekmiş olduğu acılar unutulmuş veya terkedilmiştir. Putçuluğun, putların üzerine yürümüş olduğu kıyam sekteye uğratılmış, yep yeni , dip diri meydana getirmiş olduğu inkılaplar, gelenek adına, klasik anlayış adına mahvı perişan edilmiştir.

  "İslam tarihi açısından biraz daha özelleştirerek söyleyecek olursak, örneğin Ebû Cehil'in muhafazakârlığı ve Hz. Muhammed'in yenilikçiliği tipik bir örnektir. Ebu Cehil, Hz. Peygamber'e gerçekte neden karşı çıkıyordu? Ebû Cehil, Kâbe'nin içindeki putlar (âletler ) etrafında bir menfaat, otorite ilişkisi kurulmuş ve bundan nemalanıyordu. Putlar, üzerinden zaman geçip de de-mode olunca yani yürürlükten kaldırılınca Ebû Cehil'in de onlar üzerine kurulu çıkar şebekesi çökeceğinden yapacağı tek şey muhafazakârlaşmak ve yeni söyleme şiddetle karşı çıkmaktı. O da onu yapmış Hz. Peygamber'e " Putları terk edersek Kureyş aç kalır." demiştir.

  Burada Ebû Cehil, Arap toplumunun geçmişinin, kurulu düzeninin, yerleşik gelenek ve törelerinin simgesiyken; Hz. Peygamber, bu topluma yeni değerler getirmenin , geçmişi ve kurulu düzeni sorgulamanın, yerleşik alışkanlıkları değiştirmek istemenin haline gelmiştir." ( a. g. e. sayfa 13-14 )

  Yani, Hira'da çekilen acının yerini bu gün, yeniden sanki eskiye dönüş dönemi başlatılmış gibi, türbecilik, türbe perestlik, türbeden istekler, yatırdan temenniler almış başını gitmektedir. Kur'an, rafa kaldırılmış, yükseklerde öksüz, mahzun, unutulmuş, terkedilmiş bir şekilde dururken, onun yüce emirlerinin yerini mevlid pazarlıkları almış, 4444 sayılı dualar işgal etmiş, 21 yasinler, 40 yasinler ortalığı ve ortamı işgal etmiş durumdadır. 
 
  Yüce Kur'an, hayattan soyutlanmış, kirliliği, pisliği, haram yemeyi, hırsızlığı, yalancılığı, ribayı, tefeciliği, insan kandırmayı, kalpazanlığı, fuhuşu, ahlaksızlığı vb. haramları önleyemez hale getirilmiştir.
Çünkü, gelenekçi anlayış, klasik düşünce bunu böyle istemekte olduğu için, böyle yapılmaktadır. Yani, hadımlaştırılmış, iğdiş edilmiş bir İslam anlayışı, ortamda kol gezmekte, esas Allah'ın emirlerini , buyruklarını yaşanmaz, radikal hale getirmiştir.

  "İslâm düşünce tarihinde gelenekçiliğin kendi özel şartlarına gelince şöyle bir gelişme olmuştur; Mekke'de mülkün ( ülke, toprak ve devlet ) Sahibi Arap/Kureyş topluluğuydu. Hz. Peygamber bu asabiyeti yıktı. Bu nedenle bölücülük ve Arapları zayıflatmakla suçlandı.

Hz. Peygamber'in getirdiği yeni değerlere göre mülkün sahibi topyekün Müslümanlar, yüce değerleri yaşayan insanlardı. Bu nedenledir ki daha önce mülke hiç yaklaştırılmayan, Arap/Kureyş olmayan unsurlar, köleler, kadınlar vs. mülkte söz sahibi oldular. Bu sosyolojik anlamda bir devrimdir. Ancak bu durum Hz. Peygamber'in ölümünden sonra uzun süre sürdürülemedi.

  Devrimin mantığı devletin mantığına uyduruldu. Mülk, Arap/Kureyş asabiyetinin elinde tutuldu. Hz. Osman'la birlikte asabiyet Arap/Kureyş/ Emevi unsuruna iyice kaydırıldı ve bu dayatıldı. Hz. Ali genelde Peygamber'in yeni değerlerine yaslanarak bu dayatmaya karşı çıktıysa da, etrafında oluşan muhalefet Arap/Kureyş/Haşimi temelinde kendini ifade etmek zorunda kaldı.

  Muaviye'yle birlikte bu mülk iddiası devam etmekle kalmadı , kendi ideolojisini de üretti. Temel iddia şuydu: " Arap/Kureyş/Emevi unsuru mülkün asıl sahibidir. Bu İslam'dan önce böyle olduğu gibi İslâmî dönemde de böyledir. Ve bu mülk, bir ilâhî hak olup Allah bunu böyle takdir etmiştir." Burada Kureyş'in eski " Atalar Kültü", İslâmî dönemde " Peygamber'in Kureyşî olması"na dönüşmüştür. Önceleri geçmişteki otorite " atalar" ( gelenek ) iken, İslâmî dönemde " sünnet " ( gelenek ) olmuştur.

  Mülk, sünnet adına elde tutulmakta, korunmakta ve kollanmaktadır. Nitekim Muaviye, Emevî darbesiyle yönetimi ele geçirdikten sonra hemen sonra Medine'ye gelerek yaptığı konuşmada bunu açıkça ifade etmektedir." (a. g. e. sayfa 18)

Netice olarak;

  İşte, Muaviye'nin; Resulullah (sav)'in devrimlerine, inkılaplarına karşı çıkarak karşıt devrim oluşturmasından bu yana , ümmet perişan, zelil ve zillet içerisinde yaşamaktadır. İslamî sosyal denge yok, eşitlik, adalet, hakkaniyet ilkesi çiğnenmiş, otoriter, hanedanlık, saltanat, babadan oğula intikal, krallığa dönüşme o gündür, bu gündür tüm baskısını, darbesini ümmet üzerinde göstermektedir.

  Hasan'ül-Basri, Ebu Hanife vb. binlerce ulema ve alim dipçik altında, tehditle yaşamış, kimi korkuyla ölürken, kimisi de hapishanenin soğuk duvarları arasında zehirlenerek hayata veda etmişlerdir. İşte, o tarihlerden bu yana, Kur'ân ve İslâm'ın bayraktarlığını yapacak, Allah'ın emirlerini, evrensel buyrukları dünyanın her tarafına ulaştıracak alim yetiştirilmemiştir. Batı alemi, göklerde, fezada, uzayda cirit atarken, ümmeti Muhammed'de yeryüzünde mezhepsel kavgalarla birbirlerini kırıp geçirmektedirler. Ne diyelim? Rabbimiz; ümmete bilinç nasip eylesin, ayaklar altında sürünmekten kurtarsın!.. Âmin!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir/Hollanda

Yorum Gönder

Author Name

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *